1928 Amsterdam Olimpiyatları... Dokuz kadın atlet, olimpiyat tarihindeki ilk 800 metre finalinde yarışıyor. Üç Alman, iki Kanadalı, birer de Amerikalı, İsveçli, Japon ve Polonyalı kadın koşucu elemelerden geçip finale yükselmiş. Yarışın favorisi 24 yaşındaki Alman Lina Radke beklentileri boşa çıkarmıyor ve 2 dakika 16 saniye 10’da 8’le bitiş çizgisini geçip altın madalyayı kazanıyor. Ancak yarış sonrası atletlerden biri bitkinlikten düşüyor ve görevliler tarafından pistten kaldırılıyor. Kimisi 15, kimisi 17 yaşındaki diğer atletler de yorgun, kendilerini pistten sahaya atıveriyorlar.

Aslında böyle bir final yarışı sonrasında görülebilecek sahneler son derece olağan. Ancak Uluslararası Olimpiyat Komitesi (IOC) bu durumu hiç hoş karşılamıyor. 800 metre gibi uzun (!) bir mesafenin kadın sporculara uygun olmadığı kararına varıyor. Atletizmde kadınlar 800 metre yarışı böylece uzun bir süre için rafa kaldırılıyor. Ta ki 1960 Olimpiyatları’na kadar. Bu kısa hikâye aslında erken dönem olimpiyatlarda kadın sporculara bakışın bir özeti. Bugün kadın sporcuların güç, hız, dayanıklılık veya hepsini birden içeren dallarda yarışmasına son derece alışığız. Ancak bu noktaya gelirken çok uzun ve meşakkatli bir süreçten geçildi. 

En başta, olimpik hareketin kurucuları, kadınların yarışmasından yana değildi. Olimpiyatların kurucusu diyebileceğimiz Fransız Pierre de Coubertin sporun amatör ve erkeklere özgü kalması gerektiğini düşünüyordu. Açıkçası sporda profesyonelliğe olduğu kadar kadınlara da karşıydı. Coubertin’e göre kadınlar sadece gösteri amaçlı bazı dallarda yer alabilirdi ama yarışmak, mücadele etmek, madalya almak, erkeklere ayrılmış bir alan olmalıydı.

SINIRLI SAYIDA DALDA

Tam da buna uygun olarak 1896’da Atina’da düzenlenen ilk modern olimpiyatlarda tek bir kadın sporcu bile yoktu. Dört yıl sonra Paris’teki olimpiyatlardaysa golfte 10, teniste yedi, krokette üç, yelken ve binicilikte birer olmak üzere toplam 22 kadın sporcu yer aldı. Dikkatinizi çekerim özellikle Yaz Olimpiyat Oyunları’nın üç temel sporu diyebileceğimiz atletizm, jimnastik ve yüzmede hiçbir kadın sporcu yoktu. Kadınların yüzmede yarışabilmek için 1912’ye, atletizme ve jimnastiğe katılabilmek için 1928’e kadar beklemesi gerekecekti. 

Zaten genel kadın sporcu sayısı da bunun bir özeti gibiydi. Amsterdam 1928’de toplam 2683 sporcunun sadece 277’si kadındı. Yani tüm sporcuların yüzde 10’undan biraz fazlası. Kış Olimpiyatları’nda da durum pek farklı değildi. 1924’ten 1932’ye kadın sporcuların katılabildiği tek dal artistik buz pateniydi. IOC, 1936’da lütfedip bunun yanına alp disiplini kombineyi ekledi.

Açıkçası, İkinci Dünya Savaşı ertesinde bile kadın sporcular olimpiyatlarda ikinci sınıf muamele görmekten bir türlü kurtulamadı. Kadın sporcu sayısı Londra 1948’de 390’a çıkmıştı çıkmasına, Hollandalı Fanny Blankers-Koen gibi süper bir atlet dört altın madalya kazanmıştı kazanmasına ama kadınlar hâlâ sınırlı sayıda dalda yarışabiliyordu.

Burada dönüm noktası, başta Sovyetler Birliği olmak üzere Doğu Bloku ülkelerinin devreye girmesi oldu. Sovyetler Birliği, komünizmin tesisinden sonra uluslararası spor sistemine hemen dahil olmamıştı. Ancak 1951’de Sovyetler Birliği Olimpiyat Komitesi kuruldu ve 1952’de Helsinki’ye de hızlı bir giriş yaptılar. Üstelik Sovyet toplumunun bir yansıması olarak kadınlar da erkekler kadar ön plandaydı Sovyet kafilesi içinde. Hatta Sovyetler Birliği’nin tarihindeki ilk olimpiyat altın madalyasını bir kadın sporcu kazandı: Atletizm disk atmada Nina Romaşkova...

MADALYALARI TOPLADILAR

Sovyetler Birliği’nin yanına Doğu Almanya’nın da eklenmesiyle Batı dünyasıyla Doğu Bloku arasında amansız bir spor rekabeti ortaya çıktı. Bu rekabet kadın sporunun gelişmesinde büyük rol oynadı. Özellikle Doğu Almanya yüzmede ve atletizmde geliştirdiği ulusal programla, son derece profesyonel sporcu nesiller yetiştirdi. Hem havuzda hem de pistte hâkimiyet kuran Doğu Alman sporcuların üstünde bir doping şemsiyesinin de bulunduğu, yıllar sonra ortaya çıkacaktı ama o dönemde büyük sükse yaptıklarını yadsıyamayız. ABD’de de federal düzeyde kadınlara eşit haklar sağlanmasını güvence altına alan 9. maddenin 1972’de kanunlaşmasından sonra kadın sporuna ayrılan kaynak arttı. Uluslararası rekabet daha da körüklendi. Yine de 1980’lere değin, örneğin takım sporlarında Sovyetler Birliği ve diğer Doğu Avrupa ülkeleri diğer ülkelere nefes bile aldırmadan tüm madalyaları topluyordu.

1984’e gelindiğinde bile birçok önemli dal kadınlara açık değildi. Örneğin Los Angeles 1984’te, kadınlar 400 metre engelli ilk kez koşulduğunda ve Faslı Neval El Mütavakil altın madalyayı kazandığında son derece ilgi çekici olmuştu. Ama asıl büyük yankıyı kadınlarda ilk kez koşulan maraton yarışı yarattı. Kadınlar bu kadar uzun mesafeyi nasıl koşacaktı acaba? 50 atletin başladığı 42 kilometre 195 metrelik yarışı Amerikalı John Benoit 2 saat 24 dakika 52 saniyede kazanırken bir ilki başarmanın mutluluğunu da yaşıyordu.

KARMA YARIŞLAR İLGİ ÇEKİYOR

Los Angeles 1984’ten itibaren hem kadın sporcu sayısı hem de kadınların katılabildiği yarışma sayısı hızla arttı. 1984’te 1566 olan kadın sporcu sayısı 1996’da 3512’ye, 2008’de 4537’ye ve son olarak Tokyo 2020’de 5498’e kadar çıktı. Kısacası kadın sporcu oranı yüz yıl önceki yüzde 10’lardan yüzde 48’e ulaştı. Bugün kadınların yarışmadığı tek bir dal kaldı yaz olimpiyatlarında, o da grekoromen güreş. Bunun dışında mesafe, ağırlık, yükseklik tanımadan her dalda yarışıyorlar. Hatta son dönemde revaçta olan karma yarışların da son derece ilgi çektiğini hatırlatalım.

IOC, yaklaşık 20 yıldır olimpiyatlardaki cinsiyet eşitliğini sağlama yönünde bir politika benimsemiş durumda. Paris 2024’te sporcu sayısında mutlak eşitliği sağlamak IOC’nin sıradaki amacı. Ancak bazı eleştiriler de yok değil. Özellikle Kış Olimpiyatları’ndaki kadın yarışlarında bazı mesafelerin kısa olması, kadınların kendi yarışma kıyafetleri hakkında yeterince söz sahibi olamaması bu eleştirilerden bazıları.

Paris Olimpiyatları, kadınların da ilk defa yarışlara katılmasıyla spor tarihinde önemli bir yer aldı. Tenis turnuvasını kazanan İngiliz Charlotte Cooper Sterry, (1870-1966), olimpiyat tarihinde altın madalya kazanan ilk kadın sporcu oldu.  Cooper’ın kariyerinde 20 Wimbledon Turnuvası bulunmaktaydı. Bunların beşinde tek kadınlarda birinci olmuştu. Bu rekor ancak 1990’da Martina Navratilova tarafından kırılacaktı.