Sanırım yirmi yıl kadar önceydi. Uğur Mumcu’nun evinin önünde yapılan anma töreninde saygı duruşundaydık. Kar yağıyordu. Öncesindeki tüm o uğultu ve devinim, saygı duruşuyla bir anda kesilmişti. İnsanlar bedenlerini, Uğur Mumcu’ya olan saygılarını ve yaşanan cinayete dair öfkelerini ifade etmek istercesine dimdik ve hareketsiz tutuyorlardı. Kısa bir süre sonra sol yumruğunu havaya kaldırmış bir genç bağırarak ve aniden o sessizliği yırtarak Nâzım Hikmet’in şiirini okumaya başladı:

“Ölenler dövüşerek öldüler;

güneşe gömüldüler.

Vaktimiz yok onların matemin tutmaya!

Akın var! güneşe akın,

Güneşi zapt edeceğiz,

Güneşin zaptı yakın!”

O anlarda aslında gündelik yaşama dair telaşlarımızı unutmuş ve “arınmıştık”. Kısa bir süre önce yaşamın rutini arkamızda kalmış ve törensel kısmı başlamıştı. Statümüzün, mesleğimizin, cinsiyetimizin önemsizleştiği, aynı kimliği paylaştığımız, hiyerarşinin zayıfladığı, adeta tek bir varlığa dönüşmüştük.

DİRENİŞ GÜCÜ

Uğur Mumcu anmaları pek çok yönüyle benzersiz özellikler taşımaktadır. Bu özelliklerden biri de yukarıda kısaca betimlenen bu toplumsal yapıdır. 

Antropolog Victor Turner, eşikteki, diğer bir ifadeyle “araftaki” topluluklardan bahseder, onları “komünitas” olarak isimlendirir. Bunlar, üyeleri arasında güçlü bir dayanışma duygusunun olduğu, insanların birbirine empati ile yaklaştığı, statülerin dışarıda bırakıldığı topluluklardır. İlişkiler doğrudan ve samimidir. İnsanlığın, mevcut toplumsal yapının belirlediğinden farklı bir potansiyeli olduğu inancındadırlar. Toplumun ve iktidarın tercihleri üzerinde sorgulayıcı bir tutum benimserler. Genelde umut dolu bir beklenti içindedirler. Bekledikleri şey, bir devrim olabileceği gibi daha adil ve demokratik bir toplum da olabilir. Öte yandan, tahmin edilebileceği gibi “komünitaslar”, bir tür direniş gücüne ve özgür düşünce iklimine sahiptirler. Dolayısıyla toplumu dönüştürebilecek özgün bakış açılarını özlerinde barındırırlar. Son tahlilde toplumun önünde ekilmeyi bekleyen, bereketli ve bakir bir toprak parçası gibi uzanmaktadırlar. Bu özellikler ve bilhassa bu potansiyel, belirli ölçülerde Uğur Mumcu’yu anan gruplarda da gözlenmektedir.

"YUMRUKLAR SIKILSIN"

Sosyal antropoloji alanında, Uğur Mumcu anmaları hakkında hazırladığım tez çalışmam sırasında görüştüğüm kişilerden biri, kendisinin her 24 Ocak’ta, Uğur Mumcu’nun evinin önünde yapılan etkinlikte çalınacak müzikleri belirlemekle görevli olduğunu ifade etmişti. Sözleri şöyleydi:

“Rodrigo gitar konçertosunu seçerim. Ruhi Su seçerim. Cem Karaca çalarım. Asla ‘Uğurlar Olsun’u çaldırmadım. ‘Yiğidim Aslanım’ı da asla çaldırmadım. Bazen insanlar bana kızıyor, ‘Neden bunları çalmıyorsun?’ diye. Ben oraya gelen insanların ağlamalarını değil dişlerini ve yumruklarını sıkmalarını istiyorum.”

Bu ifadelerde dikkate değer konulardan biri şu: Ona bu görevi kim vermişti? Bununla ilgili bir evrak var mıydı? Bir seçim mi yapılmıştı? Aslında büyük olasılıkla bu iş bölümü, sürecin akışında kendiliğinden ve belki topluluğun üyelerinin de anımsayamadığı bir şekilde oluvermişti. İşte bu kendiliğindenlik ve ardından on yıllardır süregelen gönüllülük ancak “komünitasta” bulunacak türde bir olgu.

TOPLUM, MUMCU’DAN VAZGEÇMİYOR

Uğur Mumcu anmaları özelinde bu toplumsal yapıyı yaratan gelişme, şüphesiz Uğur Mumcu’nun katli ve aradan geçen yıllara rağmen cinayetin tam olarak aydınlatılamamasıdır. Dolayısıyla toplum, ölüm ve adaletsizlikle mücadele etmek için bu yapıyı inşa etmiş görünüyor. Uğur Mumcu’nun “Kimi ölüler bize ne kadar yakın. Yaşayanların birçoğu ne kadar da ölü” cümlelerinde ifade ettiği biçimde toplum, biyolojik olarak ölümü gerçekleşmiş bir düşünce ve eylem liderini “kendine yakın tutuyor”, ondan vazgeçmiyor.

Nitekim Lipset ve Silverman, ölüm antropolojisi üzerine yazdıkları bir kitapta şu vurucu tespiti yaparlar:

“İnsanların kaybettikleri bir kişi için ağlamak amacıyla toplanmayı reddetmesi, topluma, ölümün kendisinden daha fazla zarar verir.”

Aynı durum, adaletsizlik (ya da daha teknik bir ifadeyle “cezasızlık”) için de geçerlidir. Adaletsizliğe uğrayan bir topluluğun, bunun takipçisi olmaması durumunda toplumun uğrayacağı zarar, hukuksuzluğun gerçekleştiği o tekil olaydan çok daha fazla olacaktır. Uğur Mumcu’yu anan grupların da neredeyse 30 yıldır bu farkındalık içinde hareket ettikleri açık.

"TARİH CEVAP VERİYOR"

Son olarak, Pinochet’nin dehşetli zulmüne inat Şilili yazar Dorfman’ın aşağıdaki ifadeleri suç ve adaletsizlik karşısında toplumun çabasını özetler gibi durmuyor mu?

“Geçmişi öldürmek, iktidarda olan bazılarının iddia ettikleri kadar kolay değildir. İnandıkları şeyler uğruna canlarını veren erkek ve kadınlardaki gizli ışığı tamamen söndürmek... Bu dünyada hâlâ onları hatırlamak ve diri tutmak isteyen tek bir insan varken bunu yapmak mümkün değildir. Şu yeter; ahlaki çölde haykıran bir insan, önce biri, sonra biri daha. Adalet kıvılcımının sönmesine engel olmak için bu yeter... Tarih bizi dinliyor olabilir. Tarih bize cevap verebilir.”

 

Tarih, Uğur Mumcu’yu anan toplulukları da dinlemekte ve onlara yanıt vermektedir. O yanıtlar, toplumsal akışta yerini almaktadır.

OLGAÇ ÖVER

HUKUKÇU / SOSYAL ANTROPOLOJİ UZMANI

YARIN: MUMCU’NUN SONSUZA KADAR KAYBOLMASINA İZİN YOK